Oruç Aruoba
Oruç Aruoba Biyografisi
Yazan, şair, felsefeci. Akademisyen olarak başladığı kariyerine yazan ve tercüman olarak devam etmiş, edebiyata ve us dünyasına önemli katkıları olmuştur. Türkiye‘nin yetiştirdiği en manâlı düşünürlerden biridir. Hume, Rilke, Wittgenstein, Nietzsche, Von Hentig, Başo ve Celan‘ın eserlerini Türkçe’ye çevirerek literatüre kazandırmıştır. Eşsiz ve yalın bir stille yazdığı haiku tarzındaki şiirleri yediden yetmişe bir fazla okuyucuya ulaşmış ve sevilmiştir. Aruoba, aforizmalara dayalı felsefi metinleri epeyce başarılı bir biçimde kaleme almış ve Türkiye’nin Nietzsche’si olarak anılmıştır. İle, Uzak, Yakın, Hani, Yürüme, De oysa İşte, Tümceler, Ne fakat Hiç yazarın önemli kitaplarındandır.
14 Temmuz 1948 yılında Karamürsel‘de dünyaya geldi. Ortaöğrenimini Ankara TED Koleji‘nde tamamladıktan sonradan, Hacettepe Üniversitesi‘ne devamlı Aruoba, psikoloji bölümünden lisans ve yüksek lisansını aldı. Tekrar benzer üniversitede felsefe bilim uzmanı oldu. 1972 ve 1983 yılları aralarında öğretim üyesi olarak tahsis yapan yazan, felsefe bölümünde doktorasını da tamamladı.
Aruoaba, 1976 yılında başlamak üzere bir sene süreyle Almanya‘daki Tübingen Üniversitesi‘nde felsefe semineri üyeliği yaptı. Keza 1981‘de Yeni Zelanda‘ya dışarı giden yazar, Victoria Üniversitesi‘nde konuk öğrenim üyeliğinde bulundu. 1983 yılında akademisyen olarak çalışmayı bırakıp üniversiteyle ilişiğini kesti. Bu dönemde istanbul’a yerleşti ve değişik basın organlarında yayın yönetmenliği, yayınlama kurulu üyeliyaptı. Ağırlıklı olarak yazı ve tercüme işleriyle uğraşan Aruoba’nın çalışmaları saygıdeğer edebiyat dergilerinde yer aldı.
Bir dönem Açık Radyo‘da Filozof Dedikoduları isimli programı da hazırlayıp sunan Aruoba, Wittengstein’ın eserlerini Türkçe’ye birincil çeviren kişi olarak da bilinmektedir. Halen özgürlük yazan olarak çalışmalarına devam etmektedir.
Kitapları
Tümceler (1990)
De oysa İşte (1990)
Yürüme (1992)
Hani (1993)
Ol lahza (1994)
Indirimli Esin-tiler (1994)
Geç Gelen Ağıtlar (1994)
Sayıklamalar (1994)
Uzak (1995)
Yakın (1997)
Ne Ama Hiç (1997 haikular)
İle (1998)
Çengelköy Defteri (2001)
Olmayalı (2003)
Doğançay`ın Çınarları (2004)
Plan-pr.com’dan İpet Altınay’ın İş Dünyası, Felsefe, İnsan ve Toplum Konuları Üstüne Oruç Aruoba İle Gerçekleştirdiği Söyleşi
Felsefe ve iş dünyası aralarında nasıl bir ilişki kurabiliriz?
Aruoba: Felsefe tarihinin en büyük filozofu, yani Sokrates, aylaktır. Ne iş yaptığı ve nasıl geçindiği bugüne değin bir muammadır. Gençliğinde kısa bir dönem askerlik yapmış, herhalde o sırada bir para veriyorlardı. 60 yaşına kadar yaşıyor, idam ediliyor, fakat yaşamı boyunca nasıl geçindiği hiç bilinmiyor. Felsefe ile iş dünyası arasında kurulabilecek ilk bağ çağrıda bulunmak ki olmama bağlantısı.
İkisi de üretim yapmıyor mu?
Aruoba: Felsefe akıl üretmektir. Fikir ne değin üretmekse tabii. Tümce üretmektir. Ortaya cümleler çıkar felsefede. Marx’ın yaptığı ayrımı yaparsak; başvuru formu değeri olabilir fakat pek değiş-tokuş değeri galiba yok. Felsefe kitabı satılınca ne oluyor bilmiyorum. Onun bir fiyatı da var, bir değiş-tokuş değeri var. Lakin okuyan için başvuru değeri nedir onu bilmiyorum. Fazla kompleks birşeyi yalın ayla getirmeye çalıştığınız süre, onun orasında burasında karmaşıklıklar kalır defalarca. Yalınlaştırmaya çalışır felsefe ama, birşey beık hale gelir bununla birlikte.
Popüler kültür felsefeyi içten anlamda mı kullanıyor?
Aruoba: Hayır, popüler ülkü geldiği anda çarpıtılmıştır felsefe. Tek kişi işidir felsefe. İster yaparken, ister okurken. Okurken iki birey aleyhinde karşıyadır. İki kafa karşısında karşıyadır. Yaparken tek kafa, yalnız başına.
Felsefede bir takım çalışmasından bahsedemeyecek miyiz?
Aruoba: Mükemmel anlaşan iki felsefeci iki taraflı bir proje yapabilirler fakat her bir bölümü birisinindir. İkisi birleştirmişlerdir yalnızca düşüncelerini. Ekip şu açıdan düşünülebilir. Diyalogdur felsefenin başlangıcı defalarca. İki kişinin karşısında karşıya, birisinin soru sorup, ötekinin cevap vermesi. Diyalog çok önemlidir. Felsefe tarihi içinde filozofların birbirleriyle diyalogları vardır. Kant Hume’ı okur, Spinoza Descartes’ı okur, mektuplaşmalar vardır. Oluşması esnasında artist-çırak ilişkisi mevcuttur felsefede. Felsefe yapmayı birisinin ötekisine öğretmesi gerekiyor. Çünkü emin bir iş yapmadır felsefe, kendi üzerine bir iş yapmadır, kendine ve kendi ile bir iş yapmadır felsefe. O işin de ustaları vardır, çırakları vardır. Aruoba: Felsefe eninde sonunda insanın emin bir düşünme biçimidir. Bu da tüm insanlarda var. Fakat yetişkinlik millet epey erken bir yaşta unuturlar onu, düşünme biçimini. Bazıları hatırlamaya devam edip, felsefeyle uğraşırlar. Küçük çocuklarda çok güzel görebilirsiniz. Sosyalleşme öncesi, 5-6 yaştaki çocuklar kesintisiz felsefe yaparlar. Birşeyin ne olduğunu irdelemekle başlar felsefe. En temelde “Ben neyim?” sorusu yatar.
Niye unutuyor ırk?
Aruoba: Sosyalleşiyorlar da ondan.
Siz sosyal misiniz?
Aruoba: Hayır, olmamaya çalışıyorum.
Lakin asosyal gibi de durmuyorsunuz?
Aruoba: Asosyal de olmaya çalışmıyorum.
İletişim süreci içinde markaların ve firmaların felsefesinden laf ediliyor. Bundan Böyle markaların ve firmaların bir felsefesi var. Aruoba: Felsefe sözcüğünü hatalı kullanıyorlar. Sanırım dünya görüşü dnra, en son verdiği şey dünyaya emin bir açıdan bakmaktır. Onların bahsettikleri dünyaya kesin bir gözle bakma, dünya görüşü herhalde. Bir x firmasının felsefesi ne olabilir? Buna ancak çivi içinde felsefe denilebilir. Felsefe sözcüğünün orada kullanılması yanlış. Bu söylemi bırakmaları gerekir.
Filozoflar mutlu mu sizce?
Aruoba: Hayır.
Felsefe yapmayanlar?
Aruoba: Sevinç çok görece bir şey. Bir insanın mutlu olması ile kendini mutlu hissetmesi tekrar tekrar çakışmayabilir. İki türlü de yanılabilir. Fiilen mutludur da, mutlu olduğunun farkında değildir. Kendini mutlu saymaktadır lakin aslında mutsuzdur. Karmakarışık iştir sevinç.
Ya felsefenin yardımı?
Aruoba: Felsefe en temelde huzursuzluktan başlar. Birşeyden rahatsız olduğunuz süre, birşey garip geldiği vakit, birşeye hayret ettiğiniz zaman felsefe yapma ihtiyacı duyarsınız. Yani bir sorunla karşı karşıyasınızdır. Çözmeniz gereken birşey vardır. Sorun çözmenin çok yolu var. Aruoba: Lakin anlayamadığınız ve bir anlam vermeye çalıştığınız birşeydir felsefe sorunu. Nasıl oluyor da böyle oluyor, böyle olmaması gerekir diye düşündüğünüz birşeydir. Çelişme, yani iki taraflı iki yanılgının yarattığı bir çelişmeden yola çıkar her zaman felsefe.
Oysa çelişmesiz bir yaşamın ardındaki yok miyiz?
Aruoba: Natürel; hallederiz, unuturuz çelişmelerimizi. Bir sürü çelişme yüklüyüzdür gerçekte da farketmeyiz. Farkettiğimiz süre, üstünde düşünmeye başladığımız vakit, işte o zaman, felsefe yapabiliriz veya yapmayabiliriz. Yine unutabiliriz. Mutlak doğruya hiçbir vakit da varmak şansımız da yok o zaman. Üretiyoruz, düşünüyoruz, ilerliyoruz; doğrularımız bir müddet sonradan yanlışlar haline geliyor. Zaten çelişkilerle doymuş olarak bir yere varamayacaksak, varamamaya bir kılıf mı felsefe? Aruoba: Tam tersi. Mutlak hakikat dediniz demin. İnsan en temelde tek birşeyi mutlak olarak bilir, her insan bilir. Öleceğini. Bize verilmiş başka bir realite yok. O da tamamiyle verilmiş. Birgün öleceğinden şüphe duymayan insan yoktur. Lakin bu gene baştan sona içeriksiz bir bilgidir. Hiçbir içeriği yoktur ölümün. Ölümün ne olduğunu kimse bilmez. Öleceğini herkes bilir, ölümün ne olduğunu kimse bilmez.
Çağrıda Bulunmak en azından elimizde bir doğru var?
Aruoba: Evet. Lakin içeriği değil. Öleceğimizi bilmekle ne bildiğimizi bilmiyoruz. Kesin bir anlamda tüm felsefe ölümü anlamaya çalışmaktır. Hiçbir süre anlamayacağını bilerek.
Kitaplarınız yoğun olarak gençler göre okunuyor. Bunu nasıl anlamlandırıyorsunuz?
Aruoba: Tümü için söylemek her hâlükarda güç lakin, üniversite gençleri bir yanlamasına bir cins us özgürlüğüne sahiptir. Daha kendisini bazı toplumsal ölçülerle sınırlandırmamıştır. Bir yandan da arayış içindedir. Üniversite bittiği süre ne olacak? Iri bir hayat. Ne yapacak? Öğrenci kafasında “Ben para kazanacağım, en iyi para kazanacağım iş hangisi ise ona gireceğim, şu anda kendimi ona hazırlayacağım.” dediği vakit, işlenmiş yolu emin. Sanıyorum yolunun demin ne olduğunu bilmeyenler bende birşeyler buluyorlar. Çünkü ben de öyleyim.
Önce psikoloji eğitimi aldınız. Arkasında felsefe doktorası. Hangi kimlik daha çok örtüşüyor sizinle?
Aruoba: İlle sen nesin diye sorulacaksa “yazan” derim. Üzerinde Oruç Aruoba yazılmış birtakım kitaplar var. Kimsenin filozof olduğunu red edemeyeceği Kant; “Kimse kendine filozof diyemez.” diyor. Birisi kendisine filozof diyorsa o onun filozof olmadığını gösterir. Gerçekte filozof olan da kendisine filozof diyemez zaten. Türkçe filozof ile felsefeciyi fazla güzel ayırıyor. Simitçi, balıkçı gibi bir de felsefeci var. Felsefe satanlar var. Filozof; bilgeliği seven. Ama hiçbir zaman ulaşamayacağını kasten. Çünkü bir de sophos’lar var. O bilge seslenmek. Eski Yunan’da 7 bilge vardır ya, onlara sophos denir. Hiçbiri kendine sophos demiyor natürel. Pythagoras’dır yanılmıyorsam birincil defa philosophos sözünü kullanan. Bilgeliği sevendir o. Bilgeliğe ulaşmaya çalışan fakat hiçbir süre da ulaşamayacağını bilen. Hani Sokrates’in sözü var ya; “Bir bildiğim varsa hiçbir şey bilmediğimdir.”
Eski ve yeni nesil gençleri kıyaslar mısınız?
Aruoba: Çok seri değişti o işler. Ben üniversitede öğretmen iken fazla diğer bir işlem vardı. Liseden yollarını bulmuş olarak geliyorlardı. Bulduklarını sanarak geliyorlardı. Tek yol devir, tek yol islam, tek yol bilmem ne, diye geliyorlardı. Bizim üniversitedeki işimiz de büyük çapta kafaları arındırmak oluyordu. Tek yol yoktur, diye uğraşıyorduk.
Derhal?
Aruoba: 12 Eylül’den sonradan bomboş kafalar geliyor. Bence Türk toplumu 12 Eylül’den şöyle bir netice çıkardı: Bunlar ne yaptılar? Düşündüler. Düşününce ne yaptılar? Bir ideolojiye sahip oldular. Bir ideolojiye sahip olunca ne yaptılar? Başka türlü düşünenleri öldürmeye başladılar. O vakit geriye dönelim. Düşünme. Düşünürsen ideolojin olur, ideolojin olursa öteki ideolojiden olanları öldürürsün. Bu da çıkar yol değil. Sonu değil. Vazgeç. Böylece düşünmekten vazgeçtik.
O gençler bir vakit daha sonra iş hayatına atılıyor.
Aruoba: İş dünyası açısından şu söylenebilir: Özal döneminden daha sonra, üretmenin değil satmanın değerinde olduğu bir ekonomi ortaya çıktı. derhal Türkiye’de en zor durumda olanlar üreticiler. Bir şey ürettiğin zaman hasar ediyorsun, ama bir şey sattığın zaman kar ediyorsun.
Felsefecinin bu anlamda bir toplumsal sorumluluğu var mı?
Aruoba: Var natürel. Belli Başlı üretmenin sahici layık olduğunu, satmanın bir layık olmadığını anlatmaya çalışmaktayız. Borsa seanslarını gözünüzün önüne getirin. Orası bir tapınak benzeri. Bilinmez bir Tanrı var. O Tanrı’nın ne oluşturacağı emin yok. Gönenç de getirebilir, afet da getirebilir. Onlar da rahip. O Tanrı’nın ne gerçekleştirmek istediğini anlamaya çalışıyorlar. Onun arzusu o gün hangi yönde tecelli edecek onu belirlemeye çalışıyorlar, onu insanlara bildiriyorlar. Tek tanrısal şey para. Yani kut kalmadı mı, başka kut değil mu? Kut seslenmek nedir? Tanrısal olan ne bulacağız başka? ya da tanrısal olanı nasıl bulabiliriz? Çünkü bugün değil. Paradan başka kutsal olan birşey var mı insanların kafasında? Para kutsal birşey değil ama! Para bir arabulucu. Parayı kendi başına kasıt haline getirdiğin zaman mutsuz olursun. İşte post-kapitalist durum. Kapitalizm üretim üstüne dayalı bir şeydir. Kapitalist toplumun işlemesi her zaman daha pozitif imal üzerine dayalıdır. O Kadar bir nokta geldi ama iktisat tarihinde, tüketime dayalı olmaya başladı. Tüketim de satış çağırmak. Satmak da para demek. Amerikan Otomotiv Sanayi, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıktıktan sonra, ellerinde müthiş bir üretim potansiyeli ile çıktılar. Zaten devletin desteklediği birşeydi. O sırada otomobilin yaygınlaşmasıyla birlikte rekabet başladı. Rekabette ilk düşünülecek şey nedir? Sağlamlık. Ömür boyu dirençli otomobiller yapmaya başladılar. 1953-54, zirve noktası 1955-56’dır. 55 Chevrolet, 56 Chevrolet, 56 Ford, 57 Ford. Dünyanın en iyi arabalarıdır. Otomotiv tarihinin en dirençli arabalarıdır. Ne yapacağız peki? Bir istif otomobil üreteceksin, kime satacaksın. Adam almış 56 Chevrolet’yi, en düşük 20 yıl kullanabilir. Hiç tık etmeden. 58 yılından başlayarak bilinçli olarak dayanıklı araba üretmemeye başladılar. Buruşturup atacaksın fakat yenisini satsın sana. Yani bundan böyle ne ürettiğin kayda değer yok, satmayı biliyorsan satacaksın.
Peki bundan sonraki safha ne?
Aruoba: Çöküş. Güm diye dibe vuracağız bir noktada. Çünkü üretimi gözardı ettiğimiz süre veya üretimden daha önemli birşeyi ekonomide onun önüne koyduğunuz vakit, bir noktada çökersiniz. Türkiye bundan 4 yıl öncesine dek, kaç tane var dünyada, kendini besleyebilen ülkelerdendi. Bundan Böyle değiliz. Bilgisayar ve cep telefonu. Herhalde onlar çökecekler öncelikle. Çöküntü, us ve akıl üretimini durdurduğumuzda da geçerli mi? Aruoba: Gayet tabii. Akıl üretmeyen insana insan denilebilir mi? ya da herhangi birşey üretmeyen. Çünkü insan kendini üretir aslında temelde. Ürettikleri ile kendisi yapar. Türkçe’de lezzetli bir kavram var; emek. Birşeye çaba sarfetmek; dünyanın diğer hiçbir dilinde yoktur. Çocuğuna da emek verirsin.
Bu eğilimler ve değişimler içinde yaşayan gençlere tavsiyeleriniz?
Aruoba: Kimse kimseye tavsiye veremez. Herkesin kendisinin onu bulması gerekir. Felsefe olsa olsa, ben yolumu böyle bulamadım, der. Bir örnek vereceksek; bak ben yolumu böyle bulamadım, sen hemen ara bul, diyebilir. “Felsefede en son söylenebilecek şey en sonda hiçbirşey söylenemeyeceğidir.” (De Oysa İşte adlı kitabının son cümlesi) Sen kendin bulmak zorundasın. arada bir hani okura seslenirim: Eğer burada kendine bir yol bulabileceğini sanıyorsan aldanıyorsun, bu yazarın kendisi de zaten o yolu bulamadı.
Okurla ilişkilerinizde; paylaşım nasıl bir duygu?
Aruoba: Birkaç bin parçaya bölünüp bir yerlere gidiyorsunuz. Orada ne anlıyorlar sizden? Nasıl etkileniyorlar, sonucu ne oluyor? Ya Da kafalarından ne geçiyor? Nasıl okuyorlar? Üniversitede her dersten çıkışta başağrısı miktar, ilaç içerim. İnsanların beyinleri ile oynuyorum. Nasıl bir hakkım var buna ve ne oluyor sonunda? Bu söyledikleriniz bilinçsiz bir onaylanma güdüsü mü, bilinçli bir yükümlülük duygusu mu? Aruoba: Ne o, ne o. Yani ben düşünüyorum ve dünyaya birşeyler çıkarıyorum. Onlar nerede, ne yapıyor bilmiyorum. Yeryüzünde hiç düşünülmemiş bir us var mı? Aruoba: Herhalde fazla kuvvet bulmak. Muhakkak birisi bir yerlerde düşünmüştür. Kant der oysa; “Söylenmiş her yeni için, ona şu ya da bu şekilde benzeşen bir eski bulunabilir. Lakin neyin bulunacağını gösteren, söylenen yenidir.” Ya felsefe ile mistisizm arasındaki ilişki? Aruoba: Felsefe tarihinde mistik farzedilen filozofların en büyük özelliklerinden birisi son derece açık ve rasyonel olmalarıdır. Sular iki biçimde derin gözükebilir. Bir; doğrusu sığdır fakat bulanıktır. İkincisi de; müthiş derindir dibini göremezsin. İki durumda da derin gözükür. Ama birisi derin değildir, öteki derindir. Fakat o berrak olanlar derindir. O yüzden felsefe sözcüğünü yanlış kullanmamalıyız.
Matematik ve felsefe?
Aruoba: Fazla akraba iki veri türüdür. Platon’un akademisinin üzerinde yazıyormuş “Buraya matematik bilmeyen giremez” diye, ama öyle dolaysız bir ilişkisi olduğunu sanmıyorum. Mantık bir anlamda ikisinin de birleştiği yer. Mantık, felsefenin temel araçlarından birisidir. Matematikle felsefenin kendisi aralarında çok dolaysız bir ilişki yok.